
Neredeyse iki yıldır tüm dünya ekonomik, siyasi, tıbbi ve bilimsel bir mücadele yürüterek COVID-19 pandemisiyle boğuşuyor. Biliyoruz ki bu salgını bitirebilmek için aşılama ile kazanacağımız bağışıklık dışında kullanabileceğimiz bir metot şu an mevcut değil.
Aşı, bireyin sağlık hakkının temel bir bileşeni ve koruyucu hekimliğin en başarılı önlemlerinden biridir.
Hastalıklara karşı bağışıklık oluşturan aşılar, sağlığı geliştirmede ve enfeksiyon hastalıklarının yükünü azaltmada halk sağlığının en etkili silahlarından.
Aşı ile önlenebilir hastalıklar, rutin aşı programları ile büyük ölçüde azaltılıp, aşılama yoluyla her yıl dünyada 2-3 milyon ölümün önüne geçilirken yine bu aşı programları sayesinde ekonomik ve sosyal kazanımlar da elde edilmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü de bu yönüyle bağışıklama hizmetlerini, en önemli ve en maliyet etkili toplum sağlığı uygulamaları arasında kabul ediyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, aşısı olan bir hastalığın aşısının devlet tarafından vatandaşlarına ücretsiz şekilde erişimi mümkün kılınmadığında, bunun bir sosyal hak ihlali olduğunu söylediği tavsiye kararları var. Çünkü mesele aşı karşıtlarının ifade ettiği gibi bireysel bir haktan öte, bir sosyal devlet ve sosyal hak meselesi.
Bununla birlikte aşı mevzuu “herkesin hayatına, kimse karışamaz” sığlığında değerlendirilemez. Zira toplum içinde, toplumla beraber yaşıyoruz ve bulaşıcı hastalık salgınından söz ediyoruz. Aşılı olanların bulaştırıcı olma ihtimalinin azaldığı tıbbi verilerle desteklendiğine göre konuştuğumuz şey bireysel bir tercih değil, kamu sağlığıdır.
İçinde bulunduğumuz salgın döneminde güvenli ve etkili COVID-19 aşılarıyla bağışıklama, hastaneye yatışları ve ölümleri azaltma, toplumsal işleyişin geri kazanılmasına yardımcı olma stratejisinin en önemli bileşeni iken aşı karşıtlığı da sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada yükselen "bilim karşıtlığı" akımının bir parçası olarak gündemden düşmüyor.
Aslında aşı karşıtlığının tarihi aşılar kadar eski diyebiliriz.
Yüzyıllar boyunca gerçekleşmiş büyük salgınlar insanlık tarihinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Çok kısa sürede milyonlarca insanı öldüren salgın hastalıklar imparatorlukları yıkmış, toplumsal yapıları değiştirmiştir. Özellikle çiçek hastalığı dünyanın her bölgesinde kitlesel ölümlere neden olmuştur.
İşte modern aşının tarihi de 18. yüzyılda köy doktoru Edward Jenner'ın bulduğu çiçek aşısına dayanıyor.
1801'de, yani Jenner metoduna göre çiçek aşısı uygulaması başladıktan üç yıl sonra Osmanlı Devleti'nde aşı, resmi politika haline geldi. Çiçek aşısının uygulanması için 1885'te "Çiçek Nizamnamesi" adı verilen bir kanun çıkarıldı. Bu, dünyada ilkti ve kanun uyarınca aşı yaptırmayan kişiler askeri ve yatılı okullara alınmıyordu.
1915 tarihli son nizamnamede ise Osmanlı Devleti'nde yaşayan herkese 6 aylık iken, 7 yaşında ve 19 yaş sonuna kadar olmak üzere üç defa aşılanma mecburiyeti getirildi. Ancak bu sırada Doktor Jenner'ın inekler sayesinde yaptığı buluş, Batı'da büyük tartışmalara sebep oluyordu. Din adamları ve doktorlar, aşılanan kişilerin sığırlara dönüşeceğini ve kadınların büyük baş hayvanlarla aşk yaşayacağını söylüyordu. Fakat inek-insanlar ortaya çıkmayınca aşının, Tanrı'nın iradesini yok saydığı tezine başvuruldu.
Birleşik Krallık'ta ise çiçek aşısı 1853'te çocuklar için zorunlu hale geldi. Tarihteki ilk aşı zorunluluğu o dönem çok güçlü bir muhalefet yarattı.
Tüm bu karşı çıkışlara rağmen ilk aşının geliştirilmesini sağlayan ve sadece 20. yüzyılda 300 milyon kişinin ölümüne neden olan çiçek hastalığını yok etmek için 1966 yılında dünya çapında aşı kampanyaları başlatılmış, DSÖ 1980 yılında
çiçek hastalığının tüm dünyada eradike olduğunu ilan etmiştir.
1885’te kuduz aşısını bulan mikrobiyolog ve kimyager Louis Pasteur de aşı karşıtları tarafından "laboratuvarda kuduzunu" üreterek kâr elde etmek istemekle suçlandı. Gelin görün ki Pasteur'ün memleketi 21. yüzyılda yaşanan pandemide aşılama oranlarında dünya ortalamasının çok gerisinde kalacak, en yaygın aşı karşıtı gösterilere sahne olacaktı.
Kuduzun ardından tifo, kolera ve vebaya karşı,1920'lerde tüberküloz, difteri, tetanoz ve boğmaca gibi birçok ölümcül hastalığa karşı aşılar geliştirildi.
Aşılama faaliyetleri şeytana uymak şeklinde tanımlanırken ya da aşılamanın zorunlu kılınması nedeniyle sivil özgürlüklerin tehdit altında olduğu söylemiyle aşı karşıtı kampanyalar başlatılırken geliştirilen çeşitli aşılar sayısız yaşam kurtardı, ortalama yaşam sürelerini uzattı, eşitsizlikleri azalttı.
1998'de prestijli tıp dergisi The Lancet'te yayımlanan bir araştırma, MMR aşısı (kızamık, kabakulak, kızamıkçık) ile otizm arasında bir bağlantı olduğunu öne sürdü.
Bilim dünyası, kısa zamanda bu çalışmanın yazarı Wakefield'ın hileye başvurarak sonuçları manipüle ettiğini tespit etti.
Araştırmayı kaldıran The Lancet dergisi çalışmayı yalanladı. Hatta çalışmanın gerçek olmadığını kanıtlayan birçok bilimsel araştırma da yapıldı, ancak bugün hala aşıların otizme sebep olduğuna inanan birçok insan var ve bu sahte çalışma günümüzde de aşı karşıtları tarafından sıklıkla "bilimsel argüman" olarak kullanılıyor.
Türkiye’de, Osmanlı’dan başlayan, Cumhuriyet tarihinde de devam eden aşı üretimi ve uygulamasına, aşılama ile ilgili çok olumlu deneyimlere sahip olunmasına rağmen aşı karşıtlığı giderek artmaktadır.
Aşı karşıtları kanıtlanmış bilimsel olgulardan değil, algılardan yola çıkarak olumsuz kampanyalar yürütmekte, aşıların idiyopatik hastalıklara yol açtığı, aşılanmanın bağışıklık sistemini olumsuz etkilediği, yan etki görülme sıklığının kasten gizlendiği, ilaç şirketleri ile aşı uygulamalarını savunan bilim insanları arasında ticari ilişkiler olduğu gibi iddiaları yaymaktadırlar.
COVID aşılarıyla ilgili komplo teorileri ise hayal gücünün sınırlarını zorluyor.
Dünya nüfusunun azaltılması programları, Rockefeller ailesinin yüz yıllık planları, Bill Gates’in chipi, emperyalizmin oyunu, genetiğimizin değiştirilmesi, kobay olarak kullanılmamız, üreme yeteneğinin kaybı, enjektörde ne olduğu belirsiz, hatta zararlı bir sıvının varlığı ve benzeri onlarca söylem.
Aşı karşıtı fikirler çoğunlukla akla, bilime dayanmasa da, çok hızlı bir şekilde medya ve özellikle sosyal medya üzerinden yayılma imkanı buluyor. Pandemi döneminde sosyal medyada geçirilen zamanın artmasıyla dezenformasyonun yayılma hızı da arttı. Araştırmalar gösteriyor ki; internet kullanıcılarının %80’i sağlıkla ilgili online bilgi arayışına giriyor, bunların %16’sı aşılarla ilgili arama yapıyor ve bu grubun da %70’i buldukları bilgilerin tedavi kararlarını etkilediğini belirtiyor.
Kanıta dayalı tıp ve bilimsel makale değerlendirme eğitimi olmayan kişilerce cımbızlanarak yayılan, bilimsel görünümlü bu içerikler, bilim okur-yazarlığı sınırlı olan ya da kafası karışmış, karar vermekte zorlanan aşı tereddütlü kişilerin yanlış yönlendirilmesine sebep oluyor. Aramızda sağlık okur-yazarlığı en düşük olanlar, ne yazık ki dezenformasyondan etkilenmeye de en yatkın olanlar.
COVID-19'a ilişkin infodemi, yani hızla yayılan aşırı miktarda
doğru ya da yanlış bilgi yığılması, sağlıklı bir
bilgi ekosistemini ortadan kaldırarak pandemiyle baş etmeyi zorlaştırıyor. Kurumlara ve bilim insanlarına güvensizliği de beraberinde getiriyor.
Ülkemizde salgın, epidemiyolojik verilerin raporlanması ve kamuoyuyla paylaşımında katılımcı ve şeffaf anlayıştan uzak şekilde, salgını sahada karşılayanları ve sağlık meslek örgütlerini sürece dahil etmeden yönetilmeye çalışılıyor.
Yol gösterici kurumların raporları ve açıklamaları göz ardı edildi, eksik ve geç bilgilendirmeler belirsizliğin büyümesine sebep oldu. Salgın tüm şiddetiyle devam ederken hastalık ve aşılama ile ilgili yeterli bilgi paylaşılmaması aşı kararsızlığını arttırıyor.
Elbette devleti yönetenlerin bu konuda sorumluluğu büyük.
2009’da tüm dünyayı saran domuz gribi salgını sırasında ülkemizde yaşananları hatırlayalım. Dönemin Sağlık Bakanının domuz gribi pandemisi için başlattığı aşı kampanyasına karşın; dönemin başbakanı aşı yaptırmamıştı. Üstelik aşının güvenilirliğini de kamuoyu önünde tartışmaya açmış ve aşı yaptırmamanın bireysel bir tercih olduğunu söylemişti. Böylece 19. yüzyılda İngiltere’de başlayan “aşı yaptırmanın bireysel bir tercih olması gerektiği" tartışması ülkemizin gündemine sokulmuştu. Bunun sonucunda Anayasa Mahkemesi kişisel başvurular üzerinden aldığı kararla, ebeveynin itirazına rağmen zorunlu aşılama uygulamasının Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlaline neden olduğunu bildirerek aşı yaptırmayı kişisel karara bıraktı. Bu karardan sonra boşlukta kalan yasal alt yapı hala tamamlanmadı.
2020 yılının başına geldiğimizde ise COVID-19 için tek bir aşıya geç ve güç de olsa ulaşabilmişken Sağlık Bakanı açıklamalarında, Türkiye'nin tercihini "düşük riskli ve daha etkili" inaktif aşılardan yana kullanmasının doğru bir tercih olduğunu ve birçok ülkenin inaktif aşıya yöneldiğini söyledi. mRNA aşılarıyla ilgili yoğun dezenformasyon devam ederken ülkemize Biontech aşısı geldiğinde aşı kararsızları, aşı karşıtlarının sosyal medyadaki mesnetsiz iddialarından çokça etkilenmişti bile. Vatandaşı ikna etmek için sözü, aşının üreticisine vermek gerekti.
Neyse ki bu pandemide aşı olmanın toplumsal sorumluluk olduğu hususunda en tepede görüş ayrılığı yok ve şu anda Türkiye’de uygulanan tüm aşılar etkili, güvenli.
Aşılar diğer ilaçlardan farklı olarak hem birey hem de toplum düzeyinde etki gösterirler. Ancak hiçbir aşı %100 etkili değildir, buna karşın toplumda yaygın şekilde uygulandığında aşıyla önlenebilir hastalıkları azaltmak, hatta yok etmek mümkündür.
COVID-19 salgınından tamamen kurtulmanın yolu da aşılamadan geçiyor.
Bilindiği gibi aşıdan önce çok sayıda sağlık emekçisini Covid-19 nedeniyle kaybettik. Sağlık çalışanlarının aşılanması ile en yüksek riski taşıyan sağlık emekçileri arasındaki COVID-19 vakaları ve ölümler belirgin düzeyde azaldı.
Pandemi nedeniyle hayatını kaybeden 450 sağlık çalışanının neredeyse yarısı hekimdi. Aşılamanın başlamasıyla hekim ölümleri tamamen durdu. Çünkü hekimler hızla aşı olmuşlardır. Özellikle 3. doz aşının başladığı temmuz ayından sonra ölen 7 hekimin ortak özelliği, maalesef aşısız veya eksik aşılı oluşlarıdır.
İki doz aşı olanlar arasında ağır şekilde hastalanma, hastaneye yatma ve ölüm oranı belirgin bir şekilde azalırken, halen hastanede tedavi gören ve hastalığı ağır geçirenlerin büyük çoğunluğunu aşı yaptırmamış kişiler oluşturmaktadır.
Ayrıca aşı yaptırmayanların vücudunda virüsün mutasyon riski artar. Bu da yalnızca aşı yaptırmayanların değil, toplumun genelinin sağlığını tehdit eder.
Aşılama çalışmalarının en temel kavramı toplum bağışıklığıdır. Bulaşıcı hastalıklara karşı toplumun kritik bir oranının aşılanması halinde salgın olasılığı azaldığı için toplumun tüm üyeleri de korunmaktadır. Toplum bağışıklığı eşikleri % 80-95 arasında değişmektedir. Yani toplum düzeyinde aşı ile önlenebilir hastalıkların kontrolü için yüksek aşılanma oranlarına ulaşmak gerekir.
Ülkemizde toplum bağışıklığının sağlanması için gereken aşılama oranına henüz ulaşılamadı.
Mümkün olduğunca çok sayıda kişinin aşılanmaya çalışıldığı bu dönemde bazı hekimlerin COVID-19 aşılarına karşıt yönde yaptığı açıklamalar, aşı konusunda kararsız kişileri olumsuz etkileyebiliyor. Aşı karşıtı olmak bir hekim açısından gerçekten son derece sakıncalı bir durum. Çünkü hekimler toplumu yönlendirebilecek, etkileyebilecek kişiler. Bu bağlamda aşı karşıtlığı, alınan modern tıp eğitimine ve etik değerlere aykırı bir tutum. Aşı karşıtı hekimlerin bir bölümü uzmanlık alanları dışında konuşan ve tıptaki son gelişmeleri takip etmeyenler. Diğer bölümü ise aykırı bir fikirle gündeme gelerek popüler olmaya, hasta potansiyelini arttırmaya çalışanlar.
Elbette aşılarla ilgili tedirginlik, kararsızlık ya da türlü sebeplerle karşıtlık olabilir, ancak herhangi bir kişinin aşı karşıtlığı ile bir hekimin aşı karşıtlığı arasında sadece etik açıdan değil, hukuki açıdan da önemli fark vardır. Zira hasta ile doktor arasında bilgi açısından "asimetrik bir ilişki" bulunduğu için aşı olup olmama konusunda karar verme durumunda olan bir kişinin, bu karşıt görüşü hekimin ağzından duyuyor oluşu kararları üzerinde etki yapabilecektir.
Tam da bu nedenle bir hekimin kanıta dayalı verilerden yoksun aşı karşıtı söylemleri “akademik özgürlük" , "ifade özgürlüğü" ya da “bilimsel düşünceyi paylaşma” kapsamına girmez.
Hekimin tıp etiğinde ilk sorumluluğu 'önce zarar verme' ilkesinde karşılığını bulur. Hekimler kişi ve toplum sağlığı bakımından özel yükümlülük altındadır. Bu nedenle mesleki kimliğini kullanarak sosyal medyada aşı karşıtı söylemlerde bulunan kişi, hekimlik sorumluluğuna aykırı davranmış olur ve hukuki açıdan da yaptırıma tabidir.
Tüm bunları konuşurken, kafası karışmış, karar vermekte zorlanan aşı tereddütlülerini, bilinçli şekilde yalan/yanlış bilgi yayan aşı karşıtlarından ayırmalıyız. Aşı konusunda bir sebeple kararsız kalan insanların kaygıları, aşı destekleyicileri ve karşıtları şeklindeki kutuplaşmadan uzak, güvenilir kaynaklardan aktarılan açık ve sürekli bilgi ile giderilebilir.
Aşılara karşı çıkanların, yararlı olmadığını düşünenlerin ve kararsızların, aşı karşıtı mesajlara sosyal ve kültürel bir ortamda maruz kaldıkları göz ardı edilmemelidir. Modern tıp ve bilim karşıtları ile mücadele sürdürülürken aşı karşıtlığının tek bir nedeni olmadığı; bu nedenle mücadelede de tek tip bir yanıtın yetersiz kalacağı unutulmamalıdır.
Şüphesiz ki aşı karşıtlığı, bireyin hem kendisini hem de yaşadığı toplumu doğrudan etkileyen bir konu olarak gelecekte de güncelliğini koruyacak ve tartışmalar devam edecektir. Bugün olduğu gibi yarın da modern tıp ve bilime karşı olanlar aşıya karşı bilim dışı itirazlarını sürdürecek, mesnetsiz tüm iddialar bugün olduğu gibi çürütülse de ısrarla aşı karşıtlığını yaymaya edeceklerdir.
Elbette bilimsel olarak aşılarla ilgili tartışılacak çok başlık var ve bilim insanları bunları bilimsel ortamlarda tartışıyor; daha etkili, daha az yan etkili, daha ucuz ve pratik aşıların nasıl geliştirilebileceğine, aşılanma oranlarının nasıl arttırılabileceğine ilişkin çalışıyor. Bilimsel ortamda aşıların gerekli olup olmadığı tartışılmıyor.
Aşı karşıtlarının, sağlık çalışanları tarafından bilimsel veriler ışığında bıkmadan, usanmadan ikna edilmesi önemlidir, ancak bu sadece sağlık çalışanları ile aşılanması gereken kişiler arasında bir süreç değildir. Politik karar vericilerin bilime ve sağlık hakkına ilişkin anlayışları ve bu anlayışlarının ifadesi olarak sağlık hizmetlerine dair kararlarıyla ilişkilidir.
Zorunlu aşılama programlarını uzun yıllardır başarıyla yürüten, bu alanda iyi eğitilmiş bir sağlık personeli kadrosu bulunan ve aşılarını kendisi üreten Küba’nın aşılama konusunda geldiği nokta toplumlara örnek olmalıdır.
Bu bağlamda aşı üretiminin ticarileşmesinin önüne geçmek, aşıların kamu eli ile üretimini daha güçlü biçimde savunmak ve başta aşılama olmak üzere tüm sağlık hizmetlerini bir kamu hizmeti olarak tamamen ücretsiz olarak vermek de her türlü aşı karşıtlığı ve kararsızlığını büyük ölçüde azaltacaktır.
Ancak çağımızın üretim ilişkileri ve kapitalist sistem işleyişi içinde kaçınılmaz olarak aşıların büyük şirketler tarafından üretilmesi ve satılması da aşılara karşı olmak için bir gerekçe olmamalıdır.
Belki de bunun yerine aşıların insanlığın ortak mirası olduğunu konuşmak, patent meselesini tartışmak, aşıların gelişmiş-gelişmemiş tüm ülkeler tarafından kolaylıkla temin edilmesi, zengin-fakir herkese eşit, adil ve ücretsiz şekilde yapılması için mücadele etmek gerekir.
Dünya Sağlık Örgütü Basın Sözcüsü Tarik Jasarevic’in söylediği gibi; “Salgın her yerde bitene kadar hiçbir yerde bitmeyecek. Aşılara erişimdeki şok edici küresel eşitsizlik, pandemiyi sona erdirmenin en büyük risklerinden biri olmaya devam ediyor.”
Tarih bize, yetersiz aşılanmış toplulukların salgınlar yönünden nasıl risk altında olduğunu gösteriyor.
Biliyoruz ki bir toplumda bağışık bireylerin oranı azalacak olursa salgınlar çıkar. Bu nedenle aşı olup olmama kararı sadece o kişiyi değil, tüm toplumu ilgilendirir ve bu nedenle aşı karşıtlığı bir halk sağlığı sorunudur.
Biz aşılamada geriye düşüp zaman kaybettikçe SARS-CoV-2 yaşamaya, dönüşerek insan hücrelerine daha iyi tutunmaya, hastalık yapma kabiliyetini arttırmaya çalışıyor, aşıları ve antikoru atlatmak için zaman kazanıyor.
Yaşamlarımızı bu virüse teslim etmeyelim.
Aşıya değil; sömürüye, adaletsizliğe, eşitsizliklere, savaşa, şiddete karşı olalım!
Kaynak: https://www.guncelses.com/yazarlar/gamze-burcu-gul/infodemi-de-pandemi-kadar-tehlikeli/84/
-
Kamuda çalışan diş hekimleri 14 Şubat’ta iş bırakacak: Çalışma koşulları ve özlük haklar iyileştirilmeli13.02.2025
-
Oda Başkanımız Serkan ER Dişhekimliği fakülteleri ve dişhekimlerinin sorunlarına dikkat çekti.27.11.2023
-
BASIN AÇIKLAMASI - 17 NİSAN 2012 TARİHİNDE BİR HASTA YAKINININ BIÇAKLI SALDIRISI SONUCU YAŞAMINI YİTİREN DR. ERSİN ARSLAN’I SAYGIYLA ANIYORUZ.17.04.2023
-
Barınakta ‘sevgi’ ve ‘empati’ mesajı27.12.2022
-
Sahte diş kliniklerine dikkat!03.01.2023
-
21-27 KASIM TOPLUM AĞIZ DİŞ SAĞLIĞI HAFTASI ve 22 KASIM DİŞHEKİMLİĞİ GÜNÜ21.11.2022
-
ANKARA EMEK MESLEK ÖRGÜTLERİ: “TERÖRÜ LANETLİYOR, YAŞAMI SAVUNUYORUZ”15.11.2022
-
Diş hekimlerine yeterli kadro verilmiyor, ‘illegal’ klinikler açılıyor14.10.2022
-
Aile Diş Hekimliği Modeli, belirsizliklerle uygulamada20.08.2022
-
Ekonomik krizle derinleşen yoksullukta ağız ve diş sağlığı da etkilendi27.07.2022