Sevgili Meslektaşlarım,
Dünya Ortadoğu’dan yükselen ateşle yanıyor. Suriye, Irak, Gazze, Mısır diğer yandan Doğu Türkistan, Türkmen’ler, Ezidi’ler, derken birçok insan canından, vatanından oluyor, insanlık geleceğini kaybediyor.
Dünya barış gününde insanlığın katledildiği çeşitli savaşlar süregiderken, bir yandan da kadın cinayetlerinin arttığı, çocuk gelinlerin ve çocuk çağdaş köleliğin yaşandığı bir süreç işliyor. Savaştan kaçan mültecilerin çaresizliği insan kaçakçıları tarafından sömürülüyor, birçoğunun umuda yolculuğu ölümle sonlanıyor.
Kısacası Barış devletler arasında siyasi platformda olduğu gibi bireyler arasında da tam olarak gerçekleşemiyor.
Dünyayı çıkar odakları adına yönetmek isteyen güçlerin dayattığı Neoliberal politikaların sonuçları gösteriyor ki, bu sistem insanları gittikçe bencilleştiriyor. Bu bencillik bireysel reflekslere yansıdığı gibi toplumsal reflekslere de yansıyor. Bunun sonucu herkes kendi mağdurunu ön plana çıkardı ve ötekini hiç önemsemedi.
Oysa 1 Eylül’ de kutladığımız “Barış Günü” tam da bu bencilliğin sonuçlarında bazı milletlerin ya da din mensuplarının gördüğü zarara atıf olarak ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. Ardında 52 milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bıraktı. Bu ölümlerin yaklaşık 22 milyonu Rus ve geri kalanın büyük bir kısmı da Yahudi idi. Mayıs 1945’de son buldu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. Bir de 21 Eylül’ de, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı” çalınıyor. Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılan bu çan, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretildi. Çanın üzerine, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazındı. Birleşmiş Milletler de bu günü “Barış Günü” olarak kabul ediyor.
Ülkemizde barışın içselleştirilmesinin tüm vatandaşların aynı vatan topraklarında bir arada yaşama isteğini sürdürecek yönetimler sergileyen anlayış ile mümkün olacağını görmekteyiz. Benim laz vatandaşım, benim gürcü vatandaşım, alevi vatandaşım, çingene kardeşim, gayri müslim komşum diye yüksek sesle yapılan herkesi sınıflandırma ihtiyacı duyan nutuklar yerine, sadece “vatandaşım” diye başlayan ve öyle hisseden söylemler doğallaşmadıkça ve bu söylemi içselleştirmiş yönetimler çıkaramadıkça “Barış Süreçleri”nin başarılı olacağı şüphesini taşıyacağız.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde şüphe altında bırakılmadığımız “teröre destek olan ülke” suçlamalarının da, bu sınıflandırma ihtiyacının dış politikaya yansımaları nedeniyle ortaya çıktığını düşünmekteyiz.
Atatürk’ün 20 Nisan 1931’de söylediği “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesine hala ulaşamamış olmanın hüznü ile “barış” ın bir ütopya değil, insanca yaşamanın mutlak gereği olduğu gerçeği ile hareket edilecek günler için umudumuzu sürdürüyoruz.
Sağlıkla kalın,
A.R. İlker CEBECİ
Ankara Dişhekimleri Odası
Yönetim Kurulu
Başkan